0

 

Söylediklerine göre, son yirmi yılın en soğuk kışı olacakmış! Henüz kasım ayının ilk haftasındaydık. Daha düne kadar gündüzler güneşli, hafif rüzgârlı veya puslu geçiyordu. Gecelere serinlik çöküyor, bazı geceler don bile görülüyordu. Pastırma yazı dedikleri sıcaklar birden yerini kamçılı rüzgârlara, arkası kesilmeyen yağmurlara bıraktı. Soğuktan titreşen sokak hayvanlarına, saçak altlarına sığınmaya çalışan kuşlara içim acıyarak bakıyordum. Caddelerin cıvıltılı kalabalığı azalmış, sokakta oyun oynamak için fırsat arayan çocukların neşeli halleri gözükmez olmuştu. Zaruri ihtiyaç için dışarı çıkanlar, tek tük satıcılar, işe ve camiye gelip gidenler dışında sokaklar bomboştu…

Bu sabah rüzgâr iyice celallendi, öfkeli bulutlar olanca efkârıyla şehrin üstünü kundakladı. Saat iki, üç suları olmasına rağmen ortalık iyice kararmıştı. Çöpleri atmak için binanın dışına çıktığımda soğuk hava tüm bedenimi yalayıp geçti.Bu sene kış gerçekten çok soğuk geçeceğe benziyordu. Şimdiden böyleyse ilerleyen aylarda nasıl olur acaba diye geçirdim içimden. Bina içindeki işlerimi tamamlamıştım. Yataktan kalkamayacak kadar rahatsız olan pamuk saçlılarımın akşam yemeğini yedirme vakti gelmişti. Ne çocuklara kıyabilirdim ne de yaşlılara…Yemeklerini yedirmekten, öz bakımlarını yapmaktan hiç gocunmazdım. Onların “Allah senden razı olsun evladım” demeleri yok mu tüm yorgunluğumu alırdı. Üstleri, başları diğer bakımevlerinde gördüğüm gibi idrar, kusmuk değil limon kolonyası kokardı. En huysuzu bile sırtını liflerken, saçını tararken kızmazdı bana…

Eşim uzun yol şoförüydü. Ayda birkaç gün evde olur sair günler yalnızlığımla başbaşa kalırdım. Çocuğum da olmadığına göre… Bu şefkat yuvasında çalışmaya başlayalı henüz sekiz ay olmuştu. Haftada bir olan gece nöbetini iki güne çıkarmalarını istedim idareden. Birbirimizden destek alarak günleri ardı ardına deviriyorduk. Yaşlı annelerin hatırlarını sormak, hizmetlerine dönmek, dertleriyle dertlenip keyifli anlarına şahitlik etmekten çok zevk alıyordum. Yılların yüzlerine attığı çentik;  nice acılarının, elemlerinin nişanesiydi kim bilir? Birçoğunun avucu doldurmayacak azlıkta, pamuk gibi beyazlamış saçlarını hangi tecrübe gövertti bilinmez… En çok da“Fadile anne” diye hitap ettiğim Adana’lı Fadile Öğretmenle sohbet etmeyi seviyordum.  Tatlı dilliydi, anılarını anlatmaktan büyük bir keyif alırdı. Can kulağıyla dinler, sadece başımı onaylayarak dinlediğimi belli ederdim. Sözünün kesilmesinden, çok soru sorulmasından pek hoşlanmazdı sevimli ihtiyarcık…

Odasına sessizce girdim uyukluyordu, beni görünce canlandı ama yüzü biraz bulutluydu. Başının altındaki yastıkları el çabukluğuyla kabartıp yana kaymış battaniyesini düzelttim.

“Fadile anne! Bu kış çok sert geçecekmiş. Hatta son yirmi yılın en çetin kışı kapıdaymış. Bahçeye çıkarız belki de kartopu oynarız senle ha… Ne dersin?”

Fil ayağı gibi şiş bacaklarına bakarak:

“Ah, çocuk! Aklın sıra benle dalga geçiyorsun değil mi? Beni sen gençliğimde görecektin. Şimdiki kışlar kış mı? Bak!  Sana müfettişle olan anımı anlatmış mıydım? Vaktin var mı?”

“Yüzünü güldürmek istedim annem, dalga geçmek ne haddime…  Tüm vakitlerim senin, geç kalırsam kıvrılıveririm yanına kızın gibi.”

“Hah! Yaşa! Sözümü kesme, bilirsin haz etmem. 60’lı yılların başıydı. Öğretmenliğimin üçüncü yılındaydım. Sözlüydüm o vakit rahmetli amcana. Çakı gibi bir zabitti. Sırım gibi boyuna nasıl da yakışırdı toprak rengi üniforma. Şapkasının altından çapkınca bana bakan tirşe gözleri yüreğimin yağını eritirdi. Şair ruhluydu, her mektubunun altına buram buram sevda kokan birkaç dörtlük eklerdi. Ama mutlaka… Dur! Hatırımdaydı şimdi bir tanesi… Hah! Hatırladım. Dinle bak!

“parkta hava serin / parkta adam yalnız / adam düşünceliydi / ve yalnızlığının içinde /

biri gizliydi /  neden gelmişti yabancı kente / siyah bankta, siyah elbiseli / kamburu çıkık bir düşünen adam / bir defa yaşamak, yaşamadıklarını yalancıktan / derken adam unuttu düşündüklerini / bir kahkaha salıverdi karanlığı yırtan / hırçınlaştı Çigan melodileri / belirdi kumlarda ayak izleri / canlandı Hügo’nun sefilleri / aşk dilendiler / etten kemikten mabedi, bu kentliler diktiler / hıçkıra hıçkıra ağlıyordu düşünen adam / dudakları kıpır kıpırdı,  yapraklara denk / parkta hava serin / parkta adam yalnız / adam düşünceliydi / ve yalnızlığının içinde / biri gizliydi.”Şiirin sonuna “senin Latif’in” diye yazmayı hiç unutmazdı. Adı gibi bütün inceliklere vâkıf biriydi. Her ay farklı renkte kâğıtlara yazardı mektubunu. Goncasıyla birlikte kurutulmuş güllerle aynı renk olurdu mektupla, zarfı. Çok ince fikirliydi, çok… Allah mekânını cennet eylesin…Ah! Gençlik…Bir kuş gibi uçup gidiverdi elimden…Giderken de yüreğimin yarısını, baharımın tek gülünü…”

Fadile annenin önce yüzü asıldı. Gözlerinde titreşen yaşlar bir müddet sonra beyaz gerdanına doğru süzülmeye başlayınca oturduğum yerden hışımla fırlayıp kucakladım. Öptüm… Öptüm… Öptüm onu… Sakinleşmesi uzun sürmedi…

“Ha! Ne anlatıyordum ben? Tamam, hatırladım şimdi. Elazığ’ın Karakoçan İlçesine bağlı Alayağmur Köyünde, Tercan’lı Dilşat adında bir öğretmen kızla birlikte vazife yapıyorduk. Adana nere Elazığ nere diyeceksin şimdi ama vazife her şeyden kutsaldır. Rahmetli babam Kadızade Vakkas Efendi çok münevver, mürekkep yalamış bir insandı. Nurlar içinde yatsın. Çırçır fabrikası vardı vakti zamanında…İlkokulu bitirdiğim yıl sınavlarına girip kazandığım Düziçi Köy Enstitüsü’nün yatılı bölümüne kayıt oldum. Eşin, dostun söylediklerine hiç kulak asmadı babacığım. Okulu bitirince de mecburi hizmet yerim olan Elazığ’a doğru yola çıktık. Bayrağımız nerede dalgalanıyorsa vatanımız orasıdır diyerek başladım vazifeye. Okul demeye bin şahit isterdi. Ahırdan bozma iki göz sınıf… Babacığım sağ olsun maddi, manevi desteğini esirgemedi. Benim de resmi girişimlerim sonunda betonarme okul ve lojmana kavuştuk…

Köyde geçen ikinci yılın başında geldi Dilşat ile babaannesi Huriye teyze. Annemi aratmadı, her şeyimize yetişti. Kurk tavuk gibi korudu, kolladı bizi. Allah gani gani rahmet eylesin. Emeği çok üzerimizde… Adana’nın insanı ince derilidir. Soğuğu, yeli sevmez ama ben sevmiştim buranın hem karını hem de deli rüzgârını. Köy hafif eğimli bir araziye kurulmuştu. Hele çocuklarını… Öğretmene hasret, öğrenmeye aç, yüzü temreli, taze yara dolu köy çocuklarını… Köy halkı fazla kalabalık değildi. Yaz, kış akan dere köyü ikiye bölerdi. Kış geldi mi iyice coşan hatta derinliği iki, üç metreyi bulan dereyi atla geçmek zülüm halini alırdı. Bu yüzden öte mahalleden gelen çocuklar ekseriyetle okula geç gelirdi.

Kışın tam ortasında sayılırdık. Üst üste yağan kar yüzünden hem biz hem çocuklar büyük güçlükler yaşıyorduk. İdareciliğimin yanı sıra dört ve beşinci sınıfları okutuyordum. Her öğrenci tahta kızaklara bağlayarak getirdiği odun ve tezekleri kuruması için gürül gürül yanan sobanın yanına koyardı. Ne günlerdi be!  Birinci dönemin son haftasındaydık. Köy içinde neredeyse bir metreden fazla kar vardı. Ha bire de yağıyordu mübarek… Kar bu hızla yağarsa ne dereyi geçebilirdik ne de köyden çıkabilirdik. On beş günlük tatilde nişanım olacak, yaz tatilinde de düğünüm… Çözümü okulu bir hafta önce kapatmakta bulduk. Apar topar karneleri yazdık, çocuklara dağıttık. Okulu paydos ettik. Dilşat’la ikimiz yoklama defterini doldurduk, mühürledik. Ertesi günü köyden ayrılmak üzere hazırlığımızı yaptık.”

“Yoruldun mu Fadile anne? İstersen yarın anlatırsın devamını?”

“Şimdi en heyecanlı yerine geldik. Burada bırakılır mı a çocuk! Ne diyordum? Ha! Evet…Okulu kilitleyip lojmana doğru yürüyoruz, Dilşat’la. Köy adamlarına benzemeyen bir karaltı gördük cami tarafında. Başında kulaklarına kadar geçirdiği başlık, üzerinde uzun palto, elinde çanta olan biri okula doğru ayak sürüyor. Birbirimizi dürttük. Eyvah! Eyvahlar olsun… Müfettiş geliyoor! Okulu erken paydos ettik diyene çabuk haber aldılar, ne yapacağız diye titreştik durduk iki toy kız. Gerisin geriye okula döndük, henüz közü sönmemiş sobayı ateşledik. Tam çayı koyarken kapı tıkladı:

‘Buyurun müfettiş bey, hoş geldiniz efendim. Buyurun lütfen.’

Kırk, kırk beş yaşlarında uzun boylu, hafif göbekli birisiydi adının Akif olduğunu öğrendiğimiz müfettiş. Arkası gelmeyen sorularının arasında çaylar, kahveler içildi. Muhtar tarafından getirilen yemekler yendi. Bir türlü konuya girmediğine göre demek ki okulu erken paydos etmekle alakalı değildi müfettişin gelmesi. Öyleyse diğer konuyla ilgili geldi demek ki diye konuştuk, Dilşat’la ikinci kez kahve yaparken…

Köyün ekâbirlerinden Haso dayının torunu Celal; köyde pek adet olan horoz döğüşünü seyrederken gözünden darbe alarak yaralanmış bir dönem okula devam edememişti. Biz de hatırı büyük Haso dayının torununa usulsüzce karne tanzim edip vermiştik. Suyun öte yakasındaki hasımlarına gün doğmuş, bizi şikâyet etmişlerdi ilçeye. Onun için gelmiş zaar! Geleli birkaç gün olmasına rağmen hiç mevzu etmiyordu bay müfettiş. Gelsin çaylar, gitsin köpüklü kahveler. Siniler doluyor, boşalıyordu. Okula yeniden çağırdığımız çocuklara cümle yazdırıyor, problem çözdürüyor, bilmece soruyordu. Bir benim sınıfta, bir Dilşat’ın sınıfında… Bu arada Latif’imin mektuplarını nereden bulduysa bulmuş, açmış okuyor gizliden gizliye. Amir pozisyonunda sen olsan ne yaparsın çocuk? Kibarca istiyorum vermiyor, kim bu diye tutturdu. Kimse kim, sana ne kardeşim. Ne hakla… La havle velâ kuvvete…Bakışlarından da hiç hoşlanmamıştık. Dağ başında gördüğü iki ceylanı iştahla yutacak canavara benziyordu tıpkı…

Benim sözlü olduğumu öğrenen Akif Efendi delici bakışlarını Dilşat’a yöneltti bu sefer. Bu duruma Huriye teyze son noktayı koydu. O güne kadar okula gelip gitmeyen anaç ruhlu kadın bizle beraber mesai yaptı desem yalan olmaz…Muhtara getirttiği sazı çok güzel çalıyordu ama. Sesi içliydi, saz çalışı kıvrak. Kar durup durup yağıyordu. Gelişinin üzerinden bir hafta geçmiş; ağalar, paşalar gibi ağırlanan müfettiş beyin teftişi hala bitmemişti…Geriye topladığımız karneleri dağıtıp okulu paydos etme vakti gelmişti gelmesine de kar neredeyse boyumuzu aşacak hâle gelmişti. Kar suyunu içtikçe hacmi genişleyen dere çağlayan gibi akmaya başladı. Aldı bizi bir telaş. Nasıl aşacaktık dere engelini, nasıl inecektik ilçeye giden yola? Kilometrelerce uzaktaki evimize, sevdiklerimize…

At sırtında bin bir meşakkatle bay müfettişi dereden geçirdi köylüler. Sonra da bizi… İlçe minibüsüne bindiğimizde verdik tuttuğumuz nefeslerimizi. Sonra da aldı bizi bir gülme… Sahi müfettiş bu karakışta niye gelmişti köye? Tahkikat yapmadı, tutanak tutmadı. Ne yoklama defterini imzaladı ne de günlük-yıllık plan defterlerimizi. Niye gelmişti o zaman?”

“Sahi, niye gelmiş Fadile anne?”

“Biz de sorduk, soruşturduk öğrendik işin aslını. Meğerse ilçeye yakın köylerden birinde öğretmenmiş. Bekâr adammış. Saz çalıyor, türkü söylüyor, dini görüşleri makbul değil diye istemiyorlarmış köylerinde. Bizim okula gelinceye kadar geçtiği köy okullarını da ziyaret etmiş… Becayiş yapmakmış muradı. Müfettiş diye karşılayıp izzeti ikram da bulununca bozuntuya vermemiş. Bir hafta ağırlandığı yanına kâr kaldı adamın. Oh! Ne âlâ memleket!”

“Sonra karşılaşıp o bir haftanın hesabını sormadınız mı Fadile annem?”

“Sormaz mıyım? Adanalıyık, elhamdülillah…”

Becayişin ne olduğunu sormaya çekindim. Sanırım kötü bir şey olmasa gerek, fazla bir şey demediğine göre… Yorulan Fadile annenin gözleri usulca kapandı. İyi uykular meleğim bile diyemeden… Işığı söndürüp gece lambasının düğmesine bastığım anda açtı gözünü:

“Allah razı olsun senden. Evlatların el üstünde tutar inşallah seni de kızım.”

“İnşallah Fadile annem, inşallah. Evlatlarım… Belki bu sefer döl tutarım kim bilir?”

 

Fatma Türkdoğan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler