Ne güzel, ne dokunaklı bir şiirdir Ahmet
Muhip Dıranas’ın “Olvido”su. Bir
unutamayış serenadıdır. Unutulmak istenilen, gönlümüzü üzen, aklımızı yoran her
şeye “Elveda!” diyememenin
trajedisini anlatır. Şikâyet edip de terk edemeyenlerin ağıtını söyler.
Nedir bu şairlerin çilesi? Neden bu
kadar içli, neden bu kadar anlamaya ve yanmaya aday olurlar? Her şeyi anlamaya
çalışmak yanmak demek. Anladıkça yanar şair, yandıkça özüne döner; kendi
özünden dışa bambaşka gözlerle bakar. Başkalarının aldandığı yalanlara kanmaz,
söylenen masallara inanmaz olur. Tesellisi zordur bir şairin bu yüzden,
aldanışı ölüm.
Akşam, ikindiden itibaren hüzne meyilli
ruhlara kendisini hissettirir. Oldukça hoyrat davranır üstelik onlara. Eğer
günün saatleri umurunda bile değilse bir kişinin, akşamın olması da onu olumlu
ya da olumsuz hiçbir şekilde etkilemez. Oysa zamanın resmigeçidine karşı hassas
olan gönüller; havanın sarı, turuncu ve kızılla olan raksına kayıtsız
kalamazlar. Bütün gün sıradan işlerle,
aşina çehrelerle oyalanan kederli ruhlar, akşam olduğunda kabuğuna çekilir.
İşte o zaman onların üzerlerine önce yalnızlık hücum eder. Ardından gizli bir el
kalplerinin ve dimağlarının sandıklarından derinlere hapsedilen, ümitsizce
unutulmaya çalışılan her şeyi çekip çıkarır.
Yaptığımız hatalar, işlediğimiz
cürümler, gönlümüzde onulmaz yara açan ıstıraplar, ümitsiz aşk hikâyeleri ve
daha niceleri; unutulmaya layıktır layık olmasına ya, nedense bizi asla terk
etmezler. Koparıp atmak istedikçe onları, bizden bir parça olurlar. Elimizden,
ayağımızdan daha sadıktır onlar bize.
Bir gece her zamanki gibi uyusak deriz,
güneş doğduğunda bambaşka bir ufka açsak gözlerimizi. Bir sihirli değnek
uyurken değse başımıza, silip yok etse bize acı veren her şeyi. Hayal etmek
çare değil elbette!
Tıpkı Kabil’in Habil’le kardeşliğine eş;
pişmanlık, unutmak arzumuzun kardeşi… Vicdan atımızın terkisinde ebediyen
yitmeyecek yanımız… İnsan olup da pişmanlık tuzağına düşmeyen var mı acaba
dünya sürgünümüzde?
Pişmanlıklarımız hem acıktırır hem
doyurur bizi, hem tüketir hem de yeniden başlatır. Keşkesiz bir yurda özlem
duymaklığımız hep ondan. Pişman olmasaydık eğer, insan da olamazdık. Unutmaya
ve gönlümüzü avutmaya bu kadar susamazdık. Havva, Âdem’in kanına girdiğine kim
bilir ne kadar pişman olmuştur yapayalnız ve çırılçıplak bu sürgün yerine
düştüğünde! Ebedî eşini yeniden pişmanlıkları buldurmuştur belki de ona. Hem
zenginiz hem de fakir keşkelerimizle, hem üstünüz hem de hakir öyleyse.
Terk eden bir sevgiliyi hatırlamak
yanmaların en harlısı olsa gerek. Hele bir de ona dair her ayrıntı umursamaz
bir edayla hitap ediyorsa. Hatırlayış, sayısız anıyı içinde hapseden her aklı
yakar. Vefadan azade bir yâr, o yâre ait aslında hatırlanmaya bile değmeyecek
on binlerce detay, başkaları için gayet sıradan olan fakat âşığı içinde tüketen
her şey ne zorlu birer düşmandır yenilmeye asla eğilimi olmayan. Öyle zalim bir
yârdir ki âşığı darmadağın eden bir gülüşü bile ondan esirgemiştir.
Unutuş her türlü gamdan, her türlü
endişeden azade eder bizi. Pahası ne altınla, ne inci ne de yakutla
tartılabilir. Merhemdir o, ilaçtır. Hani bedenimizin herhangi bir yerinden yaralanır,
sonra iyileşiriz; yaralarımız derin de
olsa kapanır ya bazen. Fakat izleri hep durur ya bedenimizde hani. İşte ruhumuzda
açılan yaralar da böyledir. Zamanla iyileşebiliriz belki, buna rağmen ruhumuzun
izleri tam da yaralandığı yerde aşikârdır. Bu yüzden aklımız erdiği müddetçe
tam bir unutma hâli gerçekleşemez bizde. Sadece gönül yaralarımız eski etkisini
kaybeder. Her zaman onlar bizledir; daha da doğrusu bizdedir. Ölmeden
unutamamak aklı olan bir varlık olmanın en ömre ziyan yönüdür.
Dertlerimizin maceraları çoktan sona
erseler bile, içimizdeki izdüşümleri bizleri kolayca terk etmeyecektir. Bu
anlamda unutabilmek çoğu kez kutlu bir penceredir. Onun, kederlerimize doğru
müşfik ellerle uzanması, gecenin teşrifiyle kapanan perdeler gibi onları
koruyup kollaması; eşine benzerine az rastlanan bir cömertlik nişanesidir.
Halbuki ne hoş, ne tatlı bir histir unutuvermek; ağrılarla, sızılarla kavuran
hastalıklarımızın ardından yaşadığımız nekahet dönemi kadar hem de.
Gam, kasavet çöker sık sık, kesif bir
sis gibi yaralanmış her kalbin üstüne, hele bir de bu kalbin sahibi
efkârlanmaya ezelden meyyalse. O zaman küçük bir çocuk annesini çağırırcasına,
kişi unutuşun sihirli dokunuşlarını terk edilmiş bir âşık sevgilisine
seslenircesine davet eder. Bu dokunuşlar çoğu kez gecenin karanlığıyla eşanlamlıdır.
Her şeyi simsiyah örtüsüyle örter, yok etmese de onları.
Özlenen, muzdarip dimağ tarafından; gece
midir acaba, yoksa unutabilmek melekesi midir?
Gamdan ve kasavetten ne kurtarabilir onu? Derin bir uykunun kollarına
bırakmak mı kendini, yoksa unutuşun zümrüt sinesinde kendinden vazgeçmek mi?
Yitikler, mağluplar ve mahzunlar. Onlar
dünyanın en şansız yaratılmışlarıdır. Bir şeylerini yitirmiş, bir yerlerde
yitip gitmiştir hepsi. Bu yüzden kendilerini mağlup sayarlar, bu yüzden
başkalarınca mağlup kabul edilirler. Mahzun ve melûl gezerler halk içinde.
Hayat aslında bir yönüyle acımasız bir
savaş değil midir? Bir muharebe meydanı, görünmez kanların ve saydam
gözyaşlarının arzı endam ettiği bir kör dövüş sahnesi… Burada ya kurt ya da
kuzu olunur ya da bütün acımasız şartların inadına insan kalınır.
Bana öyle geliyor ki biz insanlar pek
tuhafız birbirimizin canını yakmak bahsinde yarıştığımız için, birbirimizin
etini canla başla yemeye talip olduğumuz için, ellerimizi, dillerimizi
kardeşlerimizin kanına kolayca bulayabildiğimiz için. Bu yüzden dünya maceramızda
görünürde de olsa galiplerimiz ve yitiklerimiz hiç eksik olmayacak,
mağluplarımız ve mahzunlarımız hep aramızda dolaşacaklar ne yazık! Belki de biz
olacağız onlardan biri, unutmak hazinesine hasret kalacağız kim bilir?
“Olvido” şiirinde Ahmet Muhip Dıranas unutuşa şöyle
sesleniyor karamsar davetini henüz işitmeden:
“Yolunu
gözlüyor lamba ve merdiven/ Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik/ Ve cümle
yitikler, mağluplar, mahzunlar…”
Hatice
Eğilmez Kaya