İçim üşürdü, kapalı perdelerin
arasından onu izlerdim. Birbirine sınır iki bahçenin gecekondu
olanında o, apartmanın üst katında ben yaşardım. Tanımazdım bilmezdim onu,
keza o da beni bilmezdi. Çalıştığım ve evde fazla vakit geçirmediğim için
birbirimizi tanıyacak pek bir zamanımız olmadı. Birkaç senedir
oturuyordu o bahçenin içinde, en azından bunu biliyordum. Bazı akşamlar,
işten döndüğüm zamanlarda uğraştığı bahçede görürdüm onu.
Yaz akşamları eğer bahçedeyse ve
ben çamaşır asıyorsam, elimdeki fanilayı öttüre öttüre, sanki
halıymışçasına silkeler, dikkatini çekmek isterdim. Görürdü, kafasını
kaldırıp bakar selamlardı beni, gülüşürdük, o kadar…
Şimdi aynı bahçede kapalı
tüllerin arkasından izliyorum onu, ne bulduysa doldurmuş bahçeye, bahçede düzen
namına hiçbir şey kalmamış. Karanfil dudaklı, geniş ağızlı, sarkık yanaklı,
ucuz pavyon şarkıcılarına benzeyen kadın. Bir de, ellerinde
sürekli koyu kırmızı ojesi olurdu. Sanki tırnak aralarındaki karalığı saklamak
için sürdüğünü düşünürdüm. Nefret ederdim kendime o renk bir oje
sürmekten.
Allah’ım, ne kadar
gereksiz, birbiriyle alakasız nesne varsa hepsi
burada, onun bahçesindeydi. Öyle ki, şu dallardan kendini intihara
bırakmış yaprakların güzelliğini bile göremiyordum. Kızıyordum işte, onun çöplüğü
beni, bahçede geçen mevsimlerden habersiz ediyordu.
ÖMRÜMDE BÖYLE ÇÖPLÜK
GÖRMEMİŞTİM…
Hastalanmıştım, zatürre
başlangıcıymış, bir kaç günlük raporluydum, işe gitmiyordum. Sabaha
kadar uyumadım öksürmekten. Ben öksürdükçe tüm şiddetiyle sarsıldı
dünya. Sabaha kadar ciğerlerimin üstünde bir öküz oturdu da kaldıramadım sanki.
Çivi çiviyi söker dedim, ince sarılmış tütün paketimi elime alıp, sırtıma
sabahlığımı geçirdim. Hava kapalıydı, neredeyse öğle vakti olmasına rağmen
aydınlanamamıştı dışarısı, yağmur vardı. Güzel olurdu sonbahar yağmurları,
çürük yapraklarla nemli toprak karışır küf kokusu olur,
burnunuza selam ederdi…
İçimdeki
çiviyi sökecektim, evet evet, tütünümü böyle bir havayla
karıştıracaktım. Bir de kahve yapmıştım ki, onu gördüm. Gacır gucur bir
ses çıkarıyordu. Yine tülün arkasına gizlenip izledim onu. Orta boy bir
konserve kutusunu zımparalıyordu, güzel bir ritim tutturmuştu. Ellerinin kirini
görünce midem bulandı, içemedim kahvemi. Sinirleniyordum…
Ben hastalığımla uğraştım,
o konserve kutusuyla. Güzel ruhlu ev sahibemin yaşlı ve damarlı elleriyle
getirdiği tarhana çorbasını ve ilaçlarımı içtim. Bolca dinledim, iyileştim ama
o hâlâ bitiremedi konserve kutusuyla mücadelesini.
Boyadı onu, cilaladı, kuruttu.
Üzerine yapışan tozdan, pislikten kurtarmak için kuruttuktan sonra tekrar
zımparaladı, içim bayıldı, bayıldı aynı gıy gıyı dinlemekten. Boyadı
yeniden ve konserve kutusunu alenen bir kazığın tepesine dikip kurumaya
bıraktı. Gözüm dalgın bakarken, onun paltosunu giyip şalını boynuna dolaya
dolaya evden çıktığını gördüm. Gidiyordu bizim çöpçü ev kuşu, nereye
gidecekse artık. Acaba kir pas içindeki ellerini yıkamış
mıydı?
Gökyüzü kararmaya başladı. O
gittikten sonra, günlük güneşlik hava yerini kül rengi bir
gökyüzüne ve kurşunî bulutlara teslim etti. Yağmur başlayınca pencereye koştum.
Süratli yağan yağmur, taze boyanmış teneke kutuya bir nevi dans öğretiyordu.
Kutu sağa sola salınırken, üzerindeki boya, yağmur damlalarıyla karışıp toprağa
renkli bir gözyaşı çiziyordu. Gülüyordum…
ÖMRÜMDE BÖYLE SAÇMALIK
GÖRMEMİŞTİM…
Sonraki bir kaç gün ne
onu gördüm, ne de teneke kutusunu. Artık kutu konserve kutuluğundan çıkmıştı
çünkü. Çünkü o artık boyalı bir tenekeydi.
Sonunda, evdeki istirahatler
iyi gelmişti ve iyileşmiştim. Yarın yeni bir
haftaya, yeni iş günümle başlayacaktım. Hastalık tatili bitmişti. En
sevdiğim bordo ipek gömleğimi, siyah eteğimle beraber ütüleyip tam dolabın
kapağına asmaya gidiyordum ki zil çaldı. Garip, ev sahibim olamazdı. Bir
tepsi yemek bırakıp gideli bir saatten fazla oluyordu.
O değilse kimdi bana gelen, pek
alışık değildim zilin çalmasına. Bir ürkeklik ve merakla koştum…
Kapıyı açmamla onu karşımda
görmem bir oldu. Ucuz pavyonların amatör ses sanatçısı, günlerdir izleyip durduğum
kadın. Şekilsizce sürdüğü taşmış ruju, kalemi akmış
gözleriyle kapıda duruyordu. İlk bakışta insanı kıskandıracak garip bir
ışık yayılıyordu yüzünden, kıskandım…
Önümde onu tasvir edecek, uzun ve
ince bir pavyon yolu vardı ama baştan aşağı inerken göbeği hizasında tuttuğu
tenekeye takıldı gözüm.
Duydum dedi ev sahibenizden,
zatürre olmuşsunuz, size geçmiş olsuna geldim. Yüzünden nergislere,
nergislerden ayakucuna uzun ince bir yolum vardı,
yürüdüm… Gözlerim yaşardı…
Dönüştürdüğü bir konserve
kutusunu tam belinden keten bir kurdeleyle bağlamış, kurdele uçlarına nazar
boncuğu asmış, içini dünyanın en güzel nergisleriyle doldurup bana
geçmiş olsuna gelmişti. Demek ki günlerce gıygıyından rahatsız
olduğum, dalga geçtiğim, kızdığım, o teneke, benim vazom olacaktı…
ÖMRÜMDE BÖYLE BİR İNCELİK
GÖRMEMİŞTİM…
Birsel Alver Yazıcı
Related