İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Adana Ziya Paşa Orta Okulu’nda öğrenci iken sınıf arkadaşım Şule Aktim’in önerisiyle Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” adlı romanını okumuştum. Bu kitap bende yatılı okulda okuma arzusunu oluşturmuştu. Belki de bu hevesle Devlet Parasız Yatılı Okul Sınavına girmiştim ve iyi bir derece ile kazanmıştım. Elbette o romandaki gibi değildi okulumuz… Disiplinli bir yönetim; tatlı – sert anlayışlı genç öğretmenlerimizin yanı sıra öğrencileriyle oldukça mesafeli ama bilgiyle dopdolu seçkin öğretmenler…
“Hababam Sınıfı ile alakası yoksa da bizim de kendimizce güzel anılarımız birikti. Çok iyi bir eğitim aldık. Yetmişli yıllar… Artık mezun olmaya çok yakındık. İçlerinde benim de bulunduğum bir grup öğrenciyi müdür yardımcımız aynı zamanda Coğrafya Derslerimize de giren Yurdanur Tüzüner Hanım odasına çağırdı:
“Tayininiz çıksın istiyorsanız yaşlarınızı mahkeme kararıyla büyütmeniz gerekiyor. Aksi halde sizlerin tayini yaşınız dolana kadar çıkmayacak. Hafta sonunda evci çıktığınızda durumu ailelerinize bildirin. En kısa zamanda gerekeni yapsınlar.” dedi. Müdür Yardımcısı Yurdanur Tüzüner Hanım bize bu açıklamayı yaptığında çok üzülmüştüm. Oysa ben bir an önce öğretmen olup köyde görev yapmak istiyordum. Devletim beni okutmuştu. Ben de devletime, milletime, bayrağıma bağlı biri olarak bayrağımızın dalgalandığı her yerde umut ve sevgi yüklü olarak kutsal görevimi yapmaya hazırdım.
Cahit Külebi’nin “Köy Öğretmenleri” şiirinde dediği gibi:
Köy Öğretmenleri
Yurdumuz uçsuz bucaksız,
Gökte yıldız kadar köylerimiz var.
Ama uzak, ama harap, ama garipsi…
Alın benim gönlümden de o kadar.
Uzak köylerimizde kuşlar gibi
Her sabah çocuklar size uçar.
Ama küçük, ama büyüyen, ama güleç…
Alın benim gönlümden de o kadar.
Siz kara göklerin yıldızları,
Işıtın yurdumuzu sabaha kadar!
Ama düşe kalka, ama yiğit, ama umutlu…
Alın benim gönlümden de o kadar.
Annemle birlikte aile dostumuz Avukat Nizar Savaş Ağabeyimin bürosuna gittik. Sağ olsun çok yardımcı oldu. Yol gösterdi. Mahkeme işi halledildi. Bu arada annem görevli bir memur tarafından azarlanmış ama annem bunu bize söylediğinde o azar hiçbirimizi incitmedi; üstelik gülümsetti. Memur Bey “Parmak kadar kızı evlendirmek için yaşını büyütüyorsunuz değil mi? Benim de kızım var, ortaokulda ve kızınızın yaşında…” demiş. Annem de “Hayır, kızımız bir iki aya kadar ilkokul öğretmeni olacak. Tayini çıksın diye yaşını büyütüyoruz.” diyince memur “Aferin kızınıza!” demiş.
Adana Kız İlk Öğretmen Okulu’nu bitirmiştim. Notlarım çok iyiydi. Eskiden mezun olurken sınıfı geçtiğiniz halde bütün derslerden sınava girerdiniz. (İlkokul bitirir iken de bütün derslerden sınava girmiştim. Ortaokuldayken yeni bir yönetmelik çıkmıştı. Bütün derslerden değil ama üç dersten sınava girilecekti. Matematik, Türkçe mecburi; üçüncü ders olarak da Sosyal Bilgiler ile Fen Bilgisi sınavda seçmeli idi. Ortaokulu bitirirken de Türkçe, Matematik ve sanırım Sosyal Bilgilerden sınava girmiştim.) Adana Kız İlk Öğretmen Okulu’nda haziran ayı boyunca bütün derslerden tekrar sınava girip başarılı olmuştum. 30 Haziran itibariyle çoğumuz mezunduk. Mezun olamayanlar da Alpay’ın o dönemlerde meşhur şarkısı “Eylülde gel!” şarkısını söylüyorlardı.
Tatile girdikten 10-15 gün sonra bir zarf getirdi postacı… “Harika Ufuk- Görev yeriniz Van- Özalp” yazıyordu. Ben Çukurova kızıyım. Sıcak iklim çocuğuyum. Van’da o buz gibi havada hastalanmaz mıyım ki! Arkadaşlarımın da tayinleri yurdun değişik illerine çıkmıştı ama içlerinden Van’a atanan tek bendim. Babam o yıllarda PTT’de yetkili memur, genel müdürleri de Vanlı… Soyadı Türkoğlu… Babam, Genel Müdür ile konuşmuş; o da Van’da oturan kardeşinin adresini, telefonunu vermiş.
Temmuz ortasında annem ve ben Van yollarına düştük. O yıllarda havaalanı filan yok tabii… Van’a direk giden otobüs de yok. Aktarmalı gideceksiniz. Ya Adana’dan Elazığ’a oradan da Van’a ya da Adana’dan Malatya’ya oradan da Van’a… Adana’dan Van’a 24 saatte gidilirdi. Aktarmalı olarak Van’a vardık. Bu arada Vanlıların ne kadar insancıl olduklarını anlatmadan geçemeyeceğim. Adresi kime sorsak güler yüzle tarif ediyorlardı. ” Biz buralı değiliz, yabancıyız.” diyince önce çay ikram ediyorlardı ardından da dükkânlarının kepenklerini indirip bizi gideceğimiz yere kadar götürüyorlardı.
Neyse sora sora PTT Bölge Genel Müdürünün kardeşinin evini bulduk. Gideceğimizden haberdar olan ev halkı bizi gayet güzel karşıladılar. Çok güzel bir Van kedileri de vardı. Ben sandım ki Van sokaklarındaki bütün kediler Van kedisi… Öyle değilmiş. Nesli de çok azalmış. Oldukça da pahalıymış. Şaşırmıştım. Ev sahibi Bayan Türkoğlu çok cana yakın, akça pakça, güzel, neşeli bir kadındı. Kısa, düz ve koyu renkte saçları, bembeyaz bir teni ve kahverengi gözleri vardı. Orta boyluydu ve oldukça kiloluydu. Nefis bir sofra hazırlamıştı. Kadıncağızın adını unuttum ama pişirdiği yemeklerin tadını hiç unutmadım. “Bu gece burada kalın.” diye ısrar etti ama kalmadık. Bir an önce görev yerimi görmek istiyordum.
Van’dan Özalp’e geçtik. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne gittik. Görev yazımı ibraz ettim. Özalp’ten de Emek Köyü’ne gideceğiz elbette. Köy minibüsü sabahleyin sekizde Özalp’e gelirmiş, akşamleyin de beşte köye dönermiş. Kaçırırsan artık ertesi güne… Akşam minibüsü ile köye vardık. Muhtar Mustafa Bey’i bulduk. Karısı Berselina ve Semra ve Ayşe adlarında güler yüzlü, al yanaklı iki kızı, Kemal adında da afacan mı afacan, daima gülen, kırmızı yanaklı bir oğlu vardı. Semra benden büyüktü. İlkokuldan sonra okumamıştı. Okul Müdürü Mehmet Sevinç de bu köydendi. Van’da Karadenizlilerin köyü olacağını hiç düşünmezdim.
Dönemin Başbakanı Ferit Melen aslen Vanlı ve Van milletvekili; ancak annesi Trabzonlu imiş. Ferit Melen’in Başbakanlığı zamanında 1965 yılında Trabzon Çaykara’dan getirilen köylüler Emek ve Dönerdere adlarındaki bu iki örnek köye yerleştirilmişler.
Okul, köyün dışında sayılırdı. Köy okulunun arkasında öğretmen lojmanı onun arkasında da köy korucusunun evi vardı. Evler, ahırlar hepsi birbirine benziyordu, lojman da dâhil hepsi kerpiçtendi. Kerpiç evlerin önlerinde ise her biri kule gibi olan tezek yığınları vardı.
Sonradan bir de Eski Emek Köyü olduğunu öğrendim. Bu köye yaklaşık iki kilometre uzaklıktaydı. Orada doğunun insanı, burada Çaykaralılar ve öğretmenleri olan ben Adanalı… Tam bir kültür mozaiğiydik. O gece Muhtar Mustafa Beylerde misafir olduk. Eşinin adı Berselina idi. Rumca bilirdi. İkisi kız biri erkek üç çocukları vardı. Adları Fatma, Ayşe ve Kemal idi. Ortaya konan yer sofrasında onlarla beraber yemek yedik. Köylülerle tanıştık. Dikkatimi çeken bir şey olmuştu. Kadın- erkek, yaşlı- genç, çoluk çocuk herkesin ayağında “cizlavit” dedikleri siyah lastik ayakkabılar vardı. Erkeklerinki siyahtı ve bağcıklı bir model verilerek hazırlanmıştı, kadınların lastik ayakkabıları ise farklı renklerde ve düz bir modeldi. O an çok üzerinde durmamıştım. Aklıma ilk gelen bu ayakkabılar belli ki çok ucuzdu ve her yer çamur olunca bu ayakkabıları yıkamak kolaydı tabii… Deri ayakkabılar yıkanmaz, yıkanırsa bozulur.
15 Temmuzda göreve başlamıştım ama İlçe Milli Eğitim Müdürü ilçeye yeni atanan herkesi toplu halde 1 Ağustosta göreve başlatmış. Bunu da yıllar sonra öğrendim. Neyse görev yerimi görmüş olmanın rahatlığı ile annem ve ben Adana’ya döndük. Yaz tatili biterken okullar açılmaya başlamadan önce bu kez babamla Van’ın yolunu tuttuk. Adana’da okuyan kardeşlerimin başında kalmıştı annem…
İlçeden bazı eşyalar satın alarak lojmanı oturulur hale getirdik. İki karyola, iki yatak, yorgan, yastık, ocak, masa, sandalye, soba, tencere tava, kap kacak ve yere sermek üzere halı ile kilim… Köylülerin uyarısıyla birkaç ton kömür almıştık, biraz da odun… Kış bastırmadan bir çuval un, bir çuval patates, bir çuval soğan alıp mutfağa koymuştuk. Mutfaksa adı mutfaktı. Su yok. Lavabo da yok. Zaten sadece bir odada geçecekti bütün hayatımız… Odanın köşesinde havuz gibi bir yer vardı ve bulaşıkları orada yıkıyorduk. Kirli su da oluktan dışarı akıyordu. Öylece evin önüne…
Burası Adana gibi değildi. Hava çok soğuktu ve sobalar erkenden yanmaya başlamıştı. Bir süre sonra kar da yağdı. Altı kösele deri ayakkabılar buranın koşullarına hiç uymuyordu. Ayaklarım çok üşüyordu. Böbreklerimle alakalı sıkıntılar oluşmuştu. Öğretmen arkadaşlarım, müdürüm, öğrencilerim lastik ayakkabıyı boşa giymiyorlarmış meğer… Müdür Bey :“Hoca hanım kazaya gidince bir lastik ayakkabı alın ya da kazaya giden köylülere söyleyip getirtin.” dedi.
Yolsuz, susuz, elektriksiz köyde fazla masrafımız olmuyordu. Zaten kış boyu patates, makarna ve bakliyat tüketiyorduk. Köyde fırın yoktu. Ekmeğimizi de para karşılığı Muhtarın büyük kızı Fatma yapıyordu. Bazen yaksa da bazen içi tam pişmese de başka seçeneğimiz yoktu. Haftada bir de patatesli börek pişiriyordu bize… Bu, en büyük lüksümüzdü. Meyve yok, sebze yok. Akşam olunca idare lambasının sönük ışığında günlük planlarımı yazardım, öğrencilerim için ders araçları hazırlardım. Çok şey yoktu, eksikti belki ama mutluluk ve umut vardı. Şimdi nasıl yaşamışım diyorum ama ben çok mutluydum o koşullarda da… Yurduma âşıktım ben, köyüme ışıktım ben…
Özalp’e inen köylüler postaneye uğrayıp köyün mektuplarını, siparişlerimiz olursa onları da alıp getirirlerdi. Siparişim olan siyah lastik ayakkabım gelmişti. O zamanın parası ile 10 liraymış, ödedim. Bir çift siyah cizlavitimin yanı sıra Adana’dan gelen iki de mektubum vardı. Mektuplardan biri annemden, diğeri ablamdandı. Annemin mektubu “Yavru kuşum, gurbet kuşum, kızım!” diye başlıyordu. Sevgi ve özlem tütüyordu buram buram… Ablamla çok iyi anlaşırdık. Bir elmanın iki yarısı gibiydik. Birbirimizi tamamlardık. Sırdaştık, kardeştik, arkadaştık. Mektubunda halimi hatırımı soruyordu; okulundan, öğretmenlerinden, arkadaşlarından tatlı tatlı söz ediyordu. Mektubun sonlarına doğru lüks bir mağazanın vitrininde bir ayakkabı görüp çok beğendiğini ancak ayakkabının çok pahalı oluşundan yakınıyordu.
Aybaşı geldiğinde okulca kazaya indik. O zamanlar maaşı her ayın ilk günü Özalp’ten alırdık. Köyden Özalp’e gidiş iki buçuk liraydı. Maaşım 834 liraydı, o zamanki koşullara göre iyi paraydı. Ablama 200 lira yolladım. “Beğendiğin ayakkabıyı al. Gözünde kalmasın.” diye de not yazdım gönderiye… 500 lira da anneme gönderdim. Ablama ayakkabı alması için 200 lira gönderirken gözüm gayri ihtiyari ayağımdaki on liralık siyah lastik ayakkabılara ilişti. Gülümsedim.
Ne zaman siyah bir lastik ayakkabı görsem köydeki ilk cizlavit ayakkabılarım gelir aklıma… İçine de köylülerin elleriyle yaptıkları kalın yün çoraplardan giydiğimi, “Üşümeye son!” dediğimi, en zor koşullarda dahi mutlu olduğumu, huzurumu anımsarım. İşte o anda buruk bir gülümseme kaplar yüzümü…
Adı “Emek” olan ve emeğin kutsallığını değerli öğrencilerimle doya doya İki yıl yaşadığım bu güzel köyden dönerken diğer eşyalarımı dağıttığım gibi onu da verdim birine… Ah siyah cizlavitlerim, benim az kahrımı çekmediniz!
Harika Ufuk