0

Arkadaşım ellerini başının arasına almış kara kara düşünüyordu. Bir ara başını yukarı kaldırıp tek elini masaya vurdu. Gözlerini meyhaneciye dikti. Kolunun birini yanındaki sandalyenin üzerine, diğerini bacağına dayadı. Getirmeyeceğini bile bile meyhaneciden şarap istedi. Meyhaneci, yeter artık çok içtin, der gibi başını salladı. Tabağının yanındaki rakı şişesi tamamen boştu. Tabağında kalan tek hamsi artık yenmeyecek bir manzara içindeydi. Fasulye piyazına hiç dokunmamıştı. “Piyaz şarapsız yenmez.” diyordu. Israrla şarap istedi. “Bu son.” dedi meyhaneci, şarabı masaya bıraktı.

Arkadaşım Bayram, kalın kemikli bir yapıya sahipti. Laz şivesi ile konuşuyordu. Zayıf değildi ama şişman denecek kadar kilosu da yoktu. Mide altından başlayan mini bir göbeği vardı. Huysuz ve kavgacı tavırları, küçük bir çocukken masum hallerinin ona sağlamış olduğu hoşgörüyü yok edecek kadar güçlüydü. Babasından miras kalan sevgi ve saygıyı çoktan tüketmişti. Ayakkabılarının arkasına basar, cebinde çakı taşırdı. Bir zamanlar köyde çay fabrikasında çalıştı. Çay çaldı, işten kovuldu. Babasının ekmek fırınında çalıştı. Adam yaraladı. Adamın eline üç beş kuruş sıkıştırdılar da adam şikâyetçi olmadı. Birkaç gün sonra adamın ölüm haberi gelince, hapis korkusuyla İstanbul’daki ablasının yanına kaçtı. Ablası çok lüks olmasa da kalburüstü insanların bulunduğu yerde yaşıyordu. Yakın olsun diye kardeşini yanındaki apartmandan bir daire kiraladı. Paradan ziyade, insan biriktiren ablasının oldukça geniş çevresi vardı. Kardeşine önce iş sonra eş buldu. Ona göre olmasa da evlilikten memnundu Bayram. Karısı ondan başkasını görmüyordu. Taksi şoförlüğünden aldığı gündelikten kimseye muhtaçlığı yoktu, üstüne biraz da artırıyordu. Hak ettiğini düşünüp, artırdığını sadece hafta sonu bir kere olmak şartı ile biraya veriyordu. Kendisi bira içmek için meyhaneye gidiyordu ama karısını da en pahalı mekânlara yemeğe götürüyordu. Bir işi ve dışardan hoş görünen bir evliliği vardı. Hayatındaki bu değişikliğe kendinden çok ablası sevinmişti.

Koca koca plazaları, gökdelenleri, dumanı isli vapurları, baldırı çıplak kızları ile şehir güzel görünüyordu. Uzaktan hoş görünen bu koca şehir, bir süre sonra uyuyan psikopat arkadaşımı uykusundan uyandırdı. Kısa süren cicim aylarının sonunda, Bayram yine eski Bayram oldu. Yine ayakkabılarının arkasına bastı. Yine cebinde çakı taşıdı. Yine içti, yine çaldı. Öğle vakti işine gidip, gece yarısı işinden evine dönen Bayram, çoğu zaman evine uğramıyor, baldırı çıplak kızlarla vakit geçiriyordu. Evine uğrasa ne olur uğramasa ne hiç uğramasa daha iyiydi. Oturduğu apartmanda kavga etmediği kalmamıştı. Gece yarılarına kadar içip, bağırır küfür ederdi. Bir keresinde alt komşusu Doktor Cenk Bey ile kavga etmiş, doktoru şakağından yaralanmıştı. Allahtan doktor mürekkep yalamış kalburüstü bir insandı da şikâyetçi olmamıştı. “İki çocuğu var, karısı perişan olur.” demişti. Aradan üç ay geçti geçmedi yine başını belaya soktu. Çalıştığı taksiyi bakkalın önüne bırakmıştı. Bakkal sahibi “Mal kamyonu geliyor abi senin taksi biraz sıkıntı oluyor, hani diyorum başka yere çeksen.” dedi. Adamın kibar sözlerini ağzına tıkayan Bayram, altta kalmayacak ya, verdi veriştirdi adama. Kavga iyiden iyiye büyümüştü. O günden sonra adam yaralama suçundan aylarca içerde yattı. Bunu kendine yediremedi. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Hapisten çıktıktan sonra çalışmadı. En kötü meyhanelerde zengin ve güzel kızlarla eğlenmiş aylarca evine uğramamıştı.

Şimdi meyhanede son kazancını içkiye yatırırken, ona rastladığımda, yüzünde savaş içinde kalmış bir şehir manzarası vardı. Sinirli ve iri kemikli yüzündeki ateşli gözlerinin feri kalmamıştı. Beni görünce; “Gel otur.” dedi. Bir şey söyleyecekmiş de utanıyormuş gibiydi. Haline bakıp da umursamadığımı görünce, “Biz arkadaşız değil mi?” dedi. “Niye sordun” Bayram?” dedim.

“Biz seninle hem arkadaş hem dost olduk. Seni severim, sen de beni sever misin?” dedi. “Sen iyice kafayı bulmuşsun, hadi kalk evine götüreyim.” dedim. Benimle alay eder gibi gülümseyerek yüzüme baktı. Endişeliydi, karısının onu bir daha görmek istemeyeceğini düşünüyordu. Ben aynı fikirde değildim.

Sokağa çıktığımız zaman, ayakta duracak hali yoktu. Arabayı ben kullandım. Evine götürdüm. Kocasının eve geldiğini gören kadın, sevinç gözyaşları döktü. Babalarının sarhoş halini gören çocuklar, tedirgin olup korkmuşlardı. Çocuklar kadar ben de tedirgin olmuştum. Merak edip, bir hafta sonra arkadaşımı cepten aradım. Telefona çıkan karısı, Bayram’ın kaza yaptığını, beyin kanaması geçirdiğini, dört gündür devlet hastanesinde olduklarını anlattı. Ablası dargın olduğu için kardeşinin yanına gitmemişti. Arkadaşımı yalnız bırakmaya gönlüm razı gelmedi. Boyaları dökülmüş, sıvaları çatlamış hatta birkaç duvarda inşaat demirlerinin dışardan göründüğü hastaneye vardım. Karısının uykusuzluktan şişmiş gözlerine, yorgunluktan solmuş yüzüne dayanamadım, eve yolladım.

Hemşireler geçirdiği başarılı ameliyatın sonrasında arkadaşımın uyanmasını bekliyorlardı. Her saat başı tansiyonu ve şekeri ölçülüyor, ateşi kontrol ediliyordu. Tüm bu ölçümler, liste halinde özenle not ediliyordu. Arkadaşımın durumundan çok, yattığı oda dikkatimi çekmişti. Odada olması gereken ama diğer hasta odalarında olmayan tüm sağlık malzemeleri buradaydı. Boyası dökülmüş, sıvası görünen duvarda çalışmayan televizyon duruyordu. Odanın, kırık camlarından içeri giren temiz ama soğuk havası vardı. Kocaman banyosu ve bu banyonun içinde kırık bir klozet, paslanmış duşa kabin vardı. Hemşire yine geldi. Önce arkadaşımın tansiyonunu sonra şekerini ve ateşini ölçtü. Yatağının yanındaki kırmızı düğmeyi göstererek, “Bir şey olursa buna basın.” diyerek hatırlatma yaptı. Oysa ben, o kırmızı düğmeyi çoktan unutmuştum. Arkadaşımın inlediğini görünce, odadan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Koşarak hemşire odasına daldım. Hemşire öyle emir almış olmalı ki, elindeki işi bırakıp, koşarak arkadaşımın yanına vardı. “Telaşlanmayın, kendine geliyor.” dedi. Yine rutin kontrollerini yapıp, odadan çıktı. Ben onun yapayalnız bir garip gibi hastane köşesinde perişan olacak diye düşünürken, onu benden daha çok düşünmüşlerdi. Belli ki burası düşüncelerimin haricinde bir hastaneydi.

Öğle vakti olmuş, yemek saati gelmişti. Aç olmama rağmen, refakatçi için verilen yemeği almadım. Ezelden beri hiç sevemedim hastane yemeklerini. Yarı pişmiş tavuklar, yağlı etler, haşlanmış patatesler bana göre değildi. Dışarda lokantaya gider, karnımı bir güzel doyururum dedim kendi kendime. Oysa aynı yemeği doktorların da yediğini görünce şaşırmadan edemedim. Ben doktorlara ayrı yemek çıktığını düşünüyordum, yanılmışım. Çok garip. Ben tam da hastane doktor olaylarına kendimi kaptırmışken, birden arkadaşımın inleme sesiyle kendime geldim. Kırmızı butonu bu defa unutmadım. Sonunda beklenen olmuştu. Arkadaşım tedaviye yanıt vermişti, her şey yoluna giriyordu.

Bayram karısını ve çocuklarını sayıklıyordu. Bir ara “acıktım” dedi. Koşup bir şeyler almak istediysem de hemşire buna izin vermedi. “Arkadaşınız henüz kendine gelmiş değil, sadece sayıklıyor ama endişelenmeyin, bir saate kalmaz tamamen kendine gelir. Doktor Bey’e hastanın durumunu ileteceğim. Birkaç saat sonra mesaisi başlar, geldiğinde o size ne yemesi gerektiğini söyler.” dedi ve odadan çıktı. Arkadaşım sürekli acıktığını ve çay içmek istediğini söylüyordu. Dayanamadım hemşireyi bir kez daha rahatsız ettim. Hemşire aynı şeyleri tekrar etmekten sıkılmayacak kadar sabırlıydı. Yapacak bir şey yoktu artık oturup, arkadaşımın tamamen ayılmasını ve doktorun gelmesini bekleyecektim. Madem her şey yolundaydı, doktor gelene kadar biraz kestireyim dedim.

Başımı koltuğun kenarına dayadım, gözlerimi kapatmaya kalmadan oda kapısı açıldı. Uzun boylu, kır saçlı, biraz etine dolgun, üzerinde beyaz önlüklü bir adam girdi içeriye. Adam, arkadaşım kaza geçirip, hastaneye getirildiği günden bu yana onun tedavisini üstlenen doktordu. Bayram adamı görünce “Yine mi sen?” dedi. Mahcup utangaç bir tavrı vardı. Beyaz önlüklü adam, şakağındaki yara izi ile sadece gülümsedi.

Saliha Gönülgül

Leave a Comment

İlgili İçerikler