İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Her sabah hazır bir psikoloji ile güne başlıyoruz. Hazır düşüncelerle, hazır deneyimlerle ve hazırlanmış duygularla.
Otomatiğe ayarlanmış şekilde uygun yerlerde, uygun performanslarla yaşamaya devam ediyoruz. Akşama kadar devam eden bu döngünün sonunda uyku saati geliyor. Ertesi sabah kaldığımız yerden devam ediyoruz hayata.
Sürprizi olmayan bir döngü bu; yoksullaştırıcı, yozlaştırıcı, tüketici, aynılaştırıcı ve robotlaştırıcı bir “devr-idaim.” Herhangi bir olaya karşı nasıl bir tavır sergileyeceğimizin önceden belli olduğu bu yapay düzen, herkesi aynı konumda sabitleyerek, o konumda aynılaşmış sözlerle insanları bir şeyler söylemeye yönlendiriyor. Söylenilen her şey aynı ve verilecek tepkiler farklı değil. Öyle ki gazeteler çıkmadan, TV programları başlamadan birçokları ne yazacağını ve ne söyleyeceğini hatasızca yazıp, söylüyor.
Tekerrür etmiş tarihe artık gündelik yaşamlarda eşlik ediyor. Bu nedenle tarih çok uzak değil, içinde bulunduğumuz her anın içinde tekrarlanan zaman dilimi. Haliyle çemberin içinde koşan, koştukça menzili göremeyen durumdayız.
Peki tüm bunların yanında sanat, kültür ve bilime ne demeli?
Sözde bizim için olan sanat, kültür ve bilim alanında yapılan çoğu çalışmalar, müşterisinin psikolojisini tahkim etme ve toplumdan soyutlanmış özel bir kesimi tatmin etmek için gelişiyor. Böylelikle her yenilik, her mesele popüler algılar üzerinden değişime uğrayıp, konuşuluyor ve ancak popülizmin sınırları içinde evrimini devam ettirip, tartışılıyor.
Dolayısıyla her şey, sıradanlaşmış (amaçsızlaştırılmış) insanlar için, birikime değil, yabancılaşmaya yol açıyor.
İçinde bulunduğumuz asrın, yabancılaşmanın bir başka boyutu olarak benliğimizde yarattığı ego, kendimize ve birçok şeye hakimiyet kurmanın içgüdüsel sonucu. Bütün vaktimiz, egomuzun doymak bilmeyen varlığını doyurmakla ve dayatmakla geçiyor. Çağı çekip çevirenler tarafından şekillenen kişiliğimizle adeta uzaktan kumandayla yönlendirilen birer robota dönüşmüşüz.
Hayat endüstriye dönüşmüş vaziyette. O endüstrinin üretim merkezlerinde hepimize yeni düşünceler, beğeniler, arzular ve duygular üretiliyor. Üstelik en dramatik halimiz ise, kendimizi özgür hissettiğimiz yere ulaşabilmek için koşarken, koştukça tutsaklığa yaklaşmamızdır.
Oysa daha ne çok şeyler birikiyor kendimizle aramızda. Ah!.. Farkına varabilsek. Sığlaşan akıllarımızla, cahil cesaretlerimizin dünyayı yaktığı vakitlerdeyiz.
Başkalarını dinlemeyi, anlamayı bir kenara koyalım; kendimizi dinlemekten ve anlamaktan mahrum bırakılmışız. Kendimize bu kadar uzak kalmışken bir başkasına ( sevgiliye, dosta), başkalarına ( yoksullara, öksüzlere, sokak çocuklarına ve yalnızlara) nasıl yakınlaşabiliriz? Etrafımızdaki insanlar ve uzaktakiler sadece görüş alanımızda. Sevmek kehanet gibi, sevilmek ise kâhin anlatısı.
Israrla sürdürdüğümüz iradesiz oyunun içindeyiz. Öyle bir senaryo çizilmiş ki hayata, her şey kare kare yazılıyor.
Koskoca kayboluşlarımız sığmıyor hiçbir yere. Sesimizin hayata düşen yankıları acı, ayrılık, yalnızlık ve ölüm.
Cevabını kaybetmiş ya da hatırlanmayan soru gibiyiz. Acaba cevabı bulunur mu sorunun? Ya bulunursa; cevabı vermek için yürekli olan kim?
Aradığını unutan umutsuz nesil, aradığında kaybolan gelecek kuşağız. Kovalamacalar içinde giderken yürüyenlerimiz öteki, kalanlarımız hain.
Kanıksamalardan hâlâ bıkmıyoruz.
Her güne yeniden başlarken insanlık suç, insan olan suçlu. Hakikat ise, ışığını karanlıktan devşiren aydınlık.
Heybet Akdoğan