Rüzgâr
bahçedeki yaşlı iğde ağacının dallarını okşarken, kadife perdeli arka komşunun
evinden gelen ninni sesi, feryadın baskısı altında kayboldu. Salon
duvarındaki saatin bir elli yıla yakın sağa sola devinen sarkaç tıkırtısı
durdu. Yaşanmışlığın ardında kalan nesneler belirsizliğe taşındı. Sükût, çoktan
gelip boşluğa kuruldu. Yerdeki kararmış taban tahtaları çivilerini dışa vursa
da mahzundu. Sinek pisliği ile renk değiştirmiş floransan lambanın aksi duvara
yansımadı, camdan dışarı sokağa yol alan huzmeler kimsenin içini aydınlatmadı.
Mutfaktaki iftar hazırlığı çeşitli yemek kokuları, keyifli sesleri ile gıcır gıcır
öten billur bardağın tatlı sesi, her şey ama her şey sustu. Güzel günlerin yadigârı
fotoğrafı taşıyan duvardaki çivi de boynunu bükmüştü. Salona ayrı bir güzellik
katan dev ayna, o da kararmış, güzel görüntü vermeyi bırakmıştı…
Ya, o eski
sevinçler… Mutluluklar… Odaları çınlatan şen kahkahalar… Küçük adımlı çocuk
koşturmaları, ciyak ciyak çocuk naraları, hoplayanı zıplayanı… Kapı
arasındaki fısıltılar… Gece huzurla kapanıp, gündüze umutla açılan gözler… Hepsi
hepsi bitti birden bire… Bahçedeki yaşlı iğde ağacı ve asma bile kederle
soldu… Gün inmek üzere, tatlı kızıllık her yeri sarmıştı, o, etrafını
kuşatan küçük kızı Hacer ve büyük gelini arasında harap halde gözlerini tavana
dikti ve soruları cevapsız bırakmıştı… Sonunda hazan geldi, “Memnune
gelin ölmüş” denildi… Konak ağlama,
uluma ile sallandı…
İşte o günden
sonra Bucak Mahallesi’ndeki konağın üstüne gün doğmadı. Hep üzerinde kara
sisler dolaştı. Fareli konak olarak anılmaya başlandı, kendi haline terk
edildi. Artık konağın sultanı yoktu. Memnune gelinin acısına dayanamayan; gençliğinde
Ekselans, orta yaşta Hacı Ömer, son dönemlerdeki namıyla ‘Cüppeli’, üç gün
sonra dükkâna geldiğinde ‘veresiye satan-peşin satan’ tablosunu yerde gördü.
Ayağının ucuyla ileriye itiverdi. Sonra elindeki su bardağını üzerine düşürdü,
cam çerçeve darmadağın oldu. Beş dakika sonra peşin satan adam figürü suyun
etkisiyle silindi. Veresiye satan adam, benim iç halim dercesine uzun uzun
baktı ona.
Ay geçmedi, tüm
hastalıkların saldırısına uğradı. Yedi düvele karşı savaşan dedeleri gibi o da
kırk türlü dertle savaştı. Savaşta yenilmedi, gücü oranında karşılık verdi.
Geldiği yere gideceği anı bulduğunda sevgilisine kavuştu. Kalabalık halk
onu omuzlarında taşıdı, Çarşı Cami önündeki musalla taşına. Üçü, yedisi, kırkı
hüzün içinde yerine getirildi. Geleneklerin harfiyen yerine getirilmesiyle
sanki her şey bitmişti. Herkes çekildi barınağına.
Yıllar geçti,
Hacer, ailenin altmışlık küçük kızları; “Sılai Rahim” dedi, düştü
yola. Bir sabah Ankara’dan Bolvadin otogarına giren otobüsten öğleden
sonra indi. Onu karşılayan olmamıştı. Zaten kimseye zahmet vermek istememesi
onun doğal haliydi. Yeğenlerine, “ben geliyorum” demedi. Abi ve diğer erkek
kardeş ise ne zaman geleceğini sormamıştı bile. Otogardan bindi bir taksiye,
indi Bucak Mahallesi’nin Kasaplar aralığının başında. Dikildi, özenle ileri
geri baktı. Acaba bir tanıdıkla karşılaşır mıyım düşüncesindeydi. Meşhur Bucak
Çeşmesi, hemen onun arkasındaki fırıncı İsmet Aba’nın fırını da yoktu.
Kimsecikleri göremedi, sanki mahalle, sokak, komple terk edilmişti. Çarşı
fırınından alınan ekmeğin konumdan komşudan saklandığı dönem bitmişti. Her
evden gelen hamur tekneleri yoktu artık. Çocukluğunda, fırının külüne gömülü
çaydanlık; içindeki ıhlamur, Kâbe kamışı, karanfil kokusunu sokağa yaymıyordu.
Gemicilerin, fabrikadan alınan sert sarı buğday unundan yoğrulan hamurları
getirip, ev ekmeği yapan da kalmamıştı.
Küçük valizini
eline aldı, baba evinin önündeki basamağa çıkmadan, ahşap kafesli pencerelere
dikkatlice baktı. Dantel perdeler onun çocukluğunda tarihe karışmış, yerini
naylon tüllere bırakmıştı. Onun beklentisi, bir kanadı açık pencereden sızan
ufak esintinin perdeyi yalaması ve bir hareket, bir canlılığa şahit olmaktı.
Göremedi, kafes çıtalarını kaplayan örümcek ağlarından başkasını.
Kapıya
yöneldi, üç basamağı yavaş yavaş çıkarken, orada bacağında kadife şalvarı,
başında çarı ile annesinin oturduğu anlar geldi aklına. Mavi boyalı ahşap
aynalı çatal kapının mandalına basmadan, konum komşunun, “hey biz geldik,
kapıya bakar mısınız!” dercesine, mandalı üç beş kez basıp bırakarak, ‘şak şak’
sesini hatırladı. O kapıyı çalmadı, bastı mandala ve daldı içeriye. Yerler bayan
ayakkabılarıyla doluydu. Hoplaya zıplaya boşluğa bıraktı ayakkabılarını. İkinci
kapıdaki tülü sıyırdığında evin gelini; “Ooo Hacer abla!” deyip sarıldı.
Oturanlarda ayaklandı. Zaten akraba günü varmış. Hepsi sarıldılar Hacer’e, “maşallah,
hiç değişmemişsin!” sözleriyle. “Oturalım
hele, he-ya’nızı bozdum.Kaldığınız
yerden devam edin de, ben de memlekette olup bitenleri öğreneyim.”diyerek he-ya’ya dâhil oluverdi.
Özlemişti geçmişin he-ya’larını, özlemle arıyordu, ama ne Ankara da he-ya
yapılacak kişi, ne de zamanı vardı…
Perdenin
kenarından güneşin kızıllığı içeri vurmuştu. Misafirlerde bir telaş başladı;
akşam oldu gidelim gayri diyenlerle akşama ne pişirsem sorusunu
tekrarlayanların sözleri birbirlerine girmişti. Birden kalktı gençlerden biri. Gelin
hanım, “Aha, bu ne birdenbire zengin kalkışı…” derken, hemen hepsi; “Hacer,
bize de buyur gel gitmeden, Allah’ını seversen!” diyorlardı. Giydiler pardösülerini,
o ihtişamlı aynanın karşısında eşarplarını düzeltip çıktılar dışarı. “Yine
buyurun gelin, bize de buyurun, biz de bekleriz, haydi güle güle!” sözlerini
kırk kere tekrar ederek yola indiler. Hemen hepsi de birer tonluk, yürümekte
zorlanıyorlar, bir sağa bir sola, eğile kalka, paytak paytak ördek yürüyüşü ile
uzaklaştılar. İkisi “ya anam, ben
yürüyemem!” sözü ile oğullarını
çağırıp otomobille evlerine yol aldılar.
Ahmet
Öğünç
Related