0

“Ağrıyan bir baş, gözyaşları ile ıslanmış gözler ve üzerine boylu boyunca uzanan yorgunluk… Uyandığında hissettiği sadece bunlardan ibaretti’’.

Kapkaranlık odasında yastığını ıslatan sıcak damlaların sebebini düşünerek uyandı. Uyanmasıyla başına hücum eden zonklamaları kafasının içinde izinsiz yapılan bir protestoya benzetti. Başı fena haldeydi. Sanki firavunun burnundan giren sinek, bu sefer ona musallat olmuştu. Hemen uyanmalı ve kendini balyozlatmalıydı. Gülümsedi. Firavun olmak mı onu gülümsetmişti yoksa balyozlanma fikri mi bilemiyordu. Firavun olmak ya da balyozlanmak fikrine gülmek ne kadar mantıklıydı ki zaten? Kalkmalıyım diye düşündü fakat bedeni sanki ona itaatten vazgeçmişti.

“Şu an için sen kalkmak istiyor olabilirsin ama bize sorarsan yatmalısın. Çünkü fena halde olan sadece sen değilsin, sırf senin için her gün mücadele veren biziz, bırak da bize biraz fırsat ver, dinlen ki, savaşma azmimiz olsun, dinlen ki, biz de güçlenelim.’’

Çocukluğunda annesi ona hep buna benzer şeyler anlatırdı.

‘’Vücudumuzun da dinlenmeye ihtiyacı vardır. Özellikle hasta olduğumuzda. Onun için hasta olduğunda dinlenmelisin ki, vücudun toparlansın, güçlensin.’’

Annesini ona hep böyle kurgular düzenlemesi, yatmasını, dinlenmesini sağlardı. Çünkü delidolu bir çocuktu, hastalık dahi durduramazdı onu. Baygın gözlerle oyununa devam ederdi umarsızca. Annesinin bu kurguları işte bu anlarda devreye girerdi ve çoğu kez de işe yarardı. Yatağına yattığında;

“Peki öyleyse dinleniyorum, siz de dinlenin, dinlenin ki, iyi olalım; dinlenin ki, iyileşelim. Çünkü yarın apartmanın damına çıkıp, boya yapacağız duvarlara. Tüm arkadaşlarımla damda toplanacağız, hadi uyuyalım birlikte.” derdi.

Annesini düşündü. Ölümünden iki yıl geçmişti ve halen mezarına dahi gidememişti.

‘’Neden bunca yıl gidemedim mezarına? Hep şu lanet iş, hep şu lanet iş yüzünden.’’

Ablasından çok azar işitti, akrabaları çok kızdı, özellikle çok sevdiği amcası ağzına geleni söyledi. Aslında kızmak ne kelime, koymadığı laf kalmadı. Haklıydı ama çok haklıydı. Tam üç yıl önce kanser teşhisi konan annesini dinlemeyip, şirkete gönüllü başvuru yapıp, yurt dışı hizmetini talep ettiği zaman hemen kabul edilmişti. Zira yurt dışını talep eden çok kişi yoktu. Mühendis olmak en büyük hayaliydi ve bunu gerçekleştirmişti. Zor bela da olsa annesinin de desteğiyle okumuş, kendini yetiştirmişti. Avustralya’ da staj yaptığı için şirket tarafından Avustralya’ya gönderildi ve dört yıldır bir kere dahi ülkesine dönemedi, dönmek istedi mi? İstedi elbet fakat fırsat olmadı, hep iş peşinde koştu. Yükselmek istiyordu, bunu hak ettiğini düşünüyordu. Annesinin cenazesine gitmek istedi fakat iş yükü ağırdı. Yine de ne olursa olsun onu bekleyen annesi vardı onun için gitmeli ve görmeliydi onu.

Fakat gerçekleştiremedi bu isteğini. Annesinin karşısına çıkmaya cesareti yoktu. O çok sevdiği annesini son yolculuğuna uğurlayamadığı için içinde duyduğu acıyı her gün bastıran karanlık ile birlikte daha çok hissetmeye başladı. Geceleri zehir oldu fakat kızdığı kimse yoktu. Kendi cesaretsizliğine, kendine acıyordu sadece. Bu kadar zayıf oluşuna, kendine karşı dahi cesaretsiz oluşuna kızıyordu. Hırsına ve hırsının kör ettiği varlığına kızıyordu. Kalkmalıydı. ‘’Saat kaç acaba?’’ Dün gece takmıştı saatin pillerini ama kafasını çevirdiğinde, saatin çalışmadığını gördü. Gördüğü sadece karanlıktı, sessiz ve sinsice ona gülümseyen bir karanlık.

Avustralya’da iyi para kazanıyordu. ‘’Güzel bir hayatı vardı.’’ cümlesini gökten üç elma düştüğü için olduğunu söylenemez ama etrafına nazaran hayatı pek fena sayılmazdı. İşinde iyiydi, kendini geliştirmişti. Fakat dönüp baktığında dört yıl önceki halinden eser olmadığını pek tabii biliyordu. Annesi öldükten sonra kendi kabuğuna gömülmüştü adeta. Ruhunu sıkan bir şey vardı fakat bunu anlamlandıracak idrak yoktu. Evet, hayatı iyiydi iyi olmasına sebep, aldığı maaş ve hayat standartları oluşturamazdı. Kendisi böyle düşünüyordu. Çünkü sadece para için gelmemişti buralara. Kaçmak içindi, kendi benliğinden sıyrılmak, bir şeyleri başarma azmiydi bazen de onu tetikleyen şey. Kendini gerçekleştirebilmek, kanıtlayabilmek içindi bu dünyanın ötesine yolculuğu. Başarma azmi birçok maddiyatın yerine geçerdi ona göre. Fakat annesi şimdi yoktu ve başarıları, kazandığı itibar ondaki eksiklik hissiyatını bastıramıyordu. Bu sanki güzel bir bedenin ona anlam kazandıran ruhtan mahrum kalması gibi bir şeydi.

Kalkmalıydı, geçmişi düşünmek acı veriyordu. Annesinin tedavi sürecindeki yorgun bedenini düşünmek ya da şu an toprak altındaki halini düşünmek acı veriyordu ona. Böyle hatırlamak istemiyordu annesini. Daha mutlu olduğu eski günleri hatırlamak, onu bu şekilde anmak istiyordu fakat bunun, vicdanını susturmanın bir yolu olduğunu düşünüp utanca boğuluyordu hep. Bir türlü bu huyunu bırakamamıştı. Her gece, soluğunu sabaha kadar tutan koca ülkeye nazaran, onun düşünceleri adeta beyninden fırlayıp odada dört dönüyordu. Uyutmak istemiyordu onu. Geçmişi bir filmmiş gibi izletmek istiyordu.

Zayıf bir kişiydi, buna engel olamıyordu. Kafasını yastığa koyduğu anda sanki geçmiş yaşamı, annesini ölümüne şahit olan geçmiş zaman, kapılarını açıp, onu tekrar eskiye götürüyordu ve sanki hayali bir seyirciymişçesine annesinin ölüm döşeğindeki inlemelerini, kesik kesik haykırışlarını dinletiyordu ona. Acısını yaşatmak için tiyatro sahnesine fırlayan duyguları, sabaha kadar bu oyunu sanki profesyonel oyuncularmış gibi tekrar ediyordu. Belki bu şekilde acı çekmek, kendisini cezalandırmak vicdanını susturur diye düşünmüştü annesinin ölümünden sonra. Fakat artık iş o raddeye gelmişti ki, kendine hâkim olamıyordu. Hayatı sanki hayal âlemindeymiş gibi yaşıyordu. Ah gecelerin olmamasını o kadar istiyordu ki; güneşi elinden geldiğince, havada asılı tutması sonucu eriyip yok olmak pahasına dahi olsa istiyordu.

Kalkmalıydı. Kalktı, yatağın üstünde oturdu. Başı fena halde ağrıyordu. Pencereden dışarı baktı, karanlık. Gördüğü tek şey karanlık. Kalktı, yavaşça odasından çıktı. Tuvalet hemen odasının karşısındaydı, çok yürümesine gerek yoktu. Musluğu açtı ve elini yüzünü yıkamaya başladı fakat elini yüzünü yıkarken, koridorda gördüğü bir siluet gördüğünü sandı, yine her zamanki beynimin oyunları deyip geçiştirdi. Ellerini yıkadı, tekrar odaya dönmek için hareket edecekti fakat korkuyordu bacakları titriyordu, neden tekrar o manzarayı görecek diye mi acaba? Ne manzarası sadece hayal. Döndü ve odasına doğru giderken, gerçekten koridorun ortasında tavandan sarkan bir nesnenin var olduğunu anladı fakat bu da neydi sallanan? Bir ceset, evet şimdi net bir şekilde görüyordu bir ceset. Biri kendini asmıştı ve sanki yeni asılmış gibi bir ileri bir geri hareket ediyordu.

Gözlerini ovuşturdu, gözleri kararmıştı bir şey göremiyordu. Duvara tutundu gözleri yavaş yavaş etrafı seçmeye başladı. Ceset dahi evet, ceset dahi. Fakat kimdi, ne zaman gelmişti şu sallanan ceset, hiçbir fikri yoktu. Baş ağrısı gittikçe artmıştı. Yatağına koştu, uzandı tavana baktı. Neler olduğunu düşünmeye başladı. Fakat anlayamıyordu, aklına hiçbir şey gelmiyordu. Hayaldi bu başka hiçbir şey olamazdı. Dinlenmesi gerekiyordu olan buydu. Uzandı, gözlerini kapatarak sakince elleriyle alnına masaj yaptı, bir müddet aklından çıkarmayı denedi sallanan cesedi. Fakat beyni, tavandan sallanan cesedi aklından çıkarmasını engelliyor ve sanki kendi varlığından sıyrılarak bir bedene dönüşüp, kulağına eğilen bir iblis misali sessiz ve korku uyandıracak bir ses tonuyla soruların üzerinde öyle bir duruyordu ki, kendisinin aslında bir hiç olduğunu, o iblisin sadece basit bir uzvu olduğunu sanmıştı: ‘’Kimdi o ha? Bir kadın mı yoksa bir erkek mi? Ne işi var onun senin evinde, adam asmaya mı başladın şimdi de? Yalnız nasıl estetik bir şekilde asılmış öyle değil, şu duruşa bak be. Ee iyi emek vermiş olmalısın, ne de olsa sen öldürmeyi iyi bilirsin zaten annenden tecrübelisin öyle değil mi ha ha ha.’’

Gözlerini bir anda açtı. Terlemişti, soluk alıp vermesi hızlandı. Başını elleri arasına alıp yatakta bir müddet cenin pozisyonunda bekledi. Sakinleşmeliydi yoksa asla bir şey yapamazdı bu halde kendini biliyordu. Gözlerini tekrar kapattı. Hayattan, karanlıktan kendini soyutlayarak sanki ıssız bir vadide kendini güneşe uzatarak dinlendiğini hayat etti. Titremesi azaldı, soluğu da belli bir düzene girdi. Salona gidip, tekrar bakması gerekti asılan bedene, bu bir şaka olmalıydı. Evet, korkunç bir şaka. Aklının ona yaptığı tuhaf, acımasız şakalardan biri. Kalktı, yavaşça ilerledi. Duvarın arkasından kafasını sakince çıkardı, bu esnada gözleri kapalıydı, sonra yavaşça açtı gözlerin. Bakışlarını yere dikerek biraz bekledi, sonra gözlerinin açısını yavaşça genişlettiğinde önce sallanan bir çift ayağı sonra gövdeyi ve başı gördü. Bu da ne demekti? Korkuyordu evet, şimdi gerçekten korkuyordu az önce önem vermediği, aklının bir oyunu sandığı şey gerçekti. Yaklaşmak istedi yaklaşmalıydı ve yüzünü bakmalıydı. Belki o zaman bir şeyler hatırlayabilirdi. Fakat bunu nasıl yapacaktı? Nasıl yanaşacaktı? Başka bir çarenin olmadığını biliyordu. Yapması gereken şey tüm cesareti ile o cesede yaklaşmaktı. Bunu yapmalıydı. Ve harekete geçti, yavaşça yaklaştı. Ayaklarını yerde sürtmemeye çalışıyordu sanki cesedi uyandırmaktan çekiniyormuş gibi bir havası vardı. Yaklaştı, yaklaştı ve cesedi tutup kendine doğru çevirdi. Fakat bu nasıl olur, bu nasıl mümkün olabilir? Ceset annesiydi. Annesini asmıştı. İblis tekrar beyninde yankılandı: ’Şaşırmış numarası ha! Şaşırıyorsun demek bu duruma. Ne o başka birini mi bekliyordun yoksa? Anneni gece yarısı asarken, attığın kahkahaları şimdi gözyaşlarınla mı telafi etmek istiyorsun ha! Seni gidi sinsi iblis.’’ Gözlerini kapattı, kendisine birkaç tokat attı fakat hayır bu oydu.

Annesiydi asılan. Ağlıyordu, gözlerinden akan gözyaşları yüzünü parlatmıştı, gözyaşlarını silme gereği dahi duymadı. Müthiş bir hissizlik kapladı bedenini. Başının ağrısı mantıklı düşünmesine engel oluyordu aynı zamanda. Bu olamazdı, annesini asamazdı. O zaten ölmüştü. Koştu koridorun sonuna kadar koştu. Koşarken kalbinin fena halde gümbürdemesini, başında oluşan damarların sık sık atmasını sanki bu ana şahit olabilmek için, benliğinin zayıflığı ile alay etmek için kendini saran kafatasını, göğüs kafesini korkunç bir haykırışla parçalamaya başlamalarına yordu. Uzaklaşmak istedi, sonunda koridorun sonuna vardı. Arkasına dönüp tüm bu bilmecenin yok olmasını diledi; cesedin kaybolmasını umut ederek. Fakat döndüğünde manzara daha beterdi; annesinin yüzü kendisine dönmüş ve kırık boynu elleri arkadan bağlı hali ile daha bir korkunç görünüyordu. Çöktü, yatar pozisyonda dizlerini ellerinin arasına aldı ve titreyerek annesine bakmaya devam etti. Sallanan cesede korkunç gözlerle bakmaya devam etti. Annesinin cesedini o mu asmıştı yoksa? Bu fikir kendisini deli ediyordu. O asamazdı hayır o asamazdı. Annesinin ölmesine o sebep olamazdı. Annesi iki yıl önce zaten ölmüştü.

‘’Beni hep yanında istiyordu son anında hep beni sayıklıyordu ama ama ben yanına gidemedim diye ölmedi o. Rahatsızdı, kanserdi ben evden ayrıldıktan sonra tedaviyi reddetmiş, hastaneye yatmayı istememişti. Zorla hastaneye yatırıldığında iş işten geçmiş zaten. Buna sebep ben olmadım ben anneme zarar vermedim. Ben ona zarar vermedim.’’

Aradan geçen bir hafta sonra komşuların şikâyetleri üzerine gelen polis ekipleri kapıyı dakikalarca çalmalarına rağmen herhangi bir tepki gelmeyince kapıyı zorla açarak içeri girmeye karar verdiler. Bir müddet sonra içeri giren polisler daha önce böyle bir manzara ile ne karşılaşmış ne de meslek arkadaşlarından işitmişti. Çok garip bir şekilde tavanda asılı duran iki ceset vardı. Fakat daha sonra anlaşıldı ki ceset sandıkları, tavanda asılı olanlardan biri peruk takılmış vitrinlerde boy göstermesi gereken manken kadınlardan biriydi. Giydirilmiş, biraz makyajla yüzü garip bir biçimde değiştirilmişti. Elleri arkadan ip ile bağlanmış ve göz kısmı da siyah bir bez ile kapatılmıştı. Yanında da bir adam asılıydı. Polislerin buldukları kayda değer bir diğer şey ise; komodinin üzerinde yaşlı bir kadının fotoğrafı ve kanla kargacık burgacık yazılmış bir not:

Annemi ben öldürmedim.

Muhammed İlmen

Leave a Comment

İlgili İçerikler